• 29 Temmuz 2016
  • Düşünbil Portal
  • 0
Paylaş

Stockholm Sendromu olarak da adlandırılan, sert otorite figürü ile sertliğe maruz kalan birey arasındaki, bireyin teslimiyetçi bir tutum sergilediği ilişki biçimini, Hegel’in iki yüzyıl önce tariflediği köle-efendi diyalektiği zemininde yeniden ele almakta yarar vardır. Bu diyalektik, aynı zamanda toplumsal ve bireysel ontolojik görünümlerin daha iyi anlaşılabilmesi için de gereklidir. Bireyin bilinci ile ilgili bazı yapısal özellikler, gerek Stockholm Sendromu, gerekse birçok siyasi ve toplumsal fenomeni anlamamıza yardımcı olacak nitelikler taşımaktadır.

Hegel-300x400

Hegel, bireyin kendi bilinci anlamında kullandığı özbilinç kavramı ile ilgili, tanınma zorunluluğu ve bağımlılık olarak tanımladığı iki önemli özellikten söz etmiştir; bilinç varolduğunu bilir, ancak bu biliş bir gerçeklik kazanmamıştır. Kendisinden emin olabilmesi için öteki bilinçlerin de işin içine girdiği bir dizge (sistem) içinde, kendi koordinatlarını belirlediği bir gerçekliği oluşturması gerekmektedir. Bu noktada bilincimizin en önemli önceliği, kendisi gibi olan bir başka bilinçte kendisinin nasıl algılandığını bilmek durumuna gelir. Bu nedenle, öteki ile olan ilişkimizde ötekine, onun özbilinci nedir acaba diyerek bakmayız, o bizi nasıl görüyor diye bakarız. Bu bakış, bilincin kendisini tanıması için zorunlu bir aşamadır, aksi halde bilincin kendisini tanıyabileceği başka bir yol söz konusu değildir. Bu durum bilinçlerin bağımlılığını da yaratır.

Tanınma zorunluluğu ve bağımlılık, bilincin öteki bilinçle(rle) bir tür alma verme oyunu oynamaya başlamasına neden olur. Bilincimiz önce kendisini öteki bilince verir, ancak verdiği şeyi yeniden kendisine geri almak zorundadır, ötekinde kalan bilinç kendisini tanıyamaz, bu yansıma zorunludur. Böylelikle bu oyun, bilincin kendisini önce öteki haline getirdiği, sonra da ötekini ortadan kaldırarak kendisine özdeş hale geldiği sürekli bir alışveriş sürecine dönüşür. Bilinç, ötekinin zihnine göndermiş olduğu, bu nedenle de başka bir bilinçte var olan kendisinin artık özsel olmadığını bilir. Bu nedenle de, özne olarak kendinden emin olabilmesi için, bu nesnel durumu, başkasına ait olan bu özsel olmayan nesnenin başkalığını ortadan kaldırmalı, yani varlığının hiçbir dışvarlığa bağlı olmadığını, yani yaşama bağlı olmadığını görmelidir. Çünkü yaşam, birey için bir nesne biçiminde varolmak demektir, bilincin kendi kendine kendisini tanıdığı biçime yaşamın içinde yer yoktur. Yaşam içinde bilincin her ötekileşmesi, bilincin kendisini kendisi olarak tanıyabilmesi için gerekli olan dizgenin kurulması için zorunludur ancak, bir yandan da ortadan kaldırılması gereken bir nesne yaratır. Özbilinç bu oyunda, ötekileşme ve özdeşleşme biçimindeki iki ucun arasında bulunan oyun kurucudur. Hegel, bu oyunu oyunun içindeki her bilincin kendisi için, kendi adına oynaması gerektiğini belirtir. Bilinçler karşılıklı olarak kendilerini birbirlerine vermeli, sonra da ötekinin kendisini geri almasına izin vermelidirler. Tüm bilinçler karşılıklı olarak birbirlerini tanıyarak kendilerini tanımaktadırlar. Bu durum her bilinç için bir tanıyan ve tanınan ikileşmesinin ortaya çıkmasına neden olur. Ancak bu ikileşme ve bağımlılık durumu bilinç için çok huzursuz edici bir sıkıntı kaynağı olur. Bilinç başkasına bağımlı olmadan, tek bir bütünlük olarak kendisinden emin olmak ister. Bilinç, bağımsız ve tek bir bütünlük olarak kendisinden emin olduğu kesin bir huzur noktasına ulaşma arayışının içindedir.

Özbilinç, ötekine bağımlı olmadan ve tek bir bütünlük içinde olduğunu kansız bir yaşam mücadelesi ile anlayabilir. Özbilinç ancak yaşamın ortaya çıkarttığı öteki bilinci ve öteki bilinçteki kendilik nesnesini ortadan kaldırarak halen varoluyorsa kendisinden emin hale gelir. Bu süreç hiçbir zaman sona ulaşmayan, sürekli diyalektik bir devinim içinde ve değişen koşullara göre yinelenmesi gereken bir süreçtir. Ancak Hegel bu belirsizlikten hoşlanmayan bazı bilinçlerin, bu eşit ve karşılıklı ilişkiden kaçınarak kendi hayatlarını tehlikeye atıp, kendini kendi bildiği gibi ortaya koymak eğiliminde olduğunu belirtir. Bilincin her şeyini ortaya koyduğu ve yok edilmeyi göze aldığı bu nokta, eğer ki hayatta kalırsa, kendisinden emin olacağı ve huzuru yakalayacağı noktadır. Hegel, bu cesareti gösterip de kendisini karşısındakine kabul ettiren bilincin efendi bilinci olduğunu, korkarak geri çekilen bilincin ise köle bilinci olduğunu belirtir. Böyle bir ilişkide efendi salt tanıyan merci konumundadır ve köle de korkup geri çekilerek efendisinin bu konumunu kabullendiği için, sürekli olarak efendisi tarafından tanınmak için çabalamak durumundadır.

Heidegger de korkunun bireyi bir hiç haline getiren özelliğini vurgulamıştır. Oysa Heidegger’in belirttiği gibi hiç olarak kalmak olanağı olmadığı için, hiç olduğu noktadan başka bir noktaya bilinç itilerek kendisini bir başka bilinçte tanıma çabasından kendisini alıkoyamaz. Korkan bilinç, kendisini kendisi gibi ortaya koyamaz, çünkü ortaya koyacağı kendisi, bir hiç haline gelmiştir. Bu durumda birey, kendi varoluşunu kendisi için kesinleştirecek bir bilinci aramaya koyulur.

Köle-efendi

Korkmuş bilinç, efendisini aramaya bağımlı olmuş bilinçtir, köleleşmiş bir bilinçtir. Köleleştiği için de efendisini bulmak ve kendisini efendisinin bilincinde tanımak zorundadır. Günümüzün toplumlarında bireyler kendilerini korkutan bilinçle yüz yüze gelme olanağına da sahip değillerdir. Oysa Stockholm Sendromu’nda doğrudan bir ilişki olduğu için, Stockholm Sendromu toplumsal fenomenleri açıklamaya yeterli değildir. Günümüz insanı, hangi ülkede yaşarsa yaşasın, dolaylı tehditlere, terör eylemlerine, ekonomik krizlere, ve gelecekle ilgili olumsuz senaryolara sıklıkla maruz kalarak korkutulmuş bir bireydir. Hegel’in belirttiği gibi, “Bu bilinç ne bu ya da şu öğede, ne de bu ya da şu an için değil, ama bütün bir özü için korku duymuştur; çünkü ölüm korkusunu, saltık efendi korkusunu duymuştur. Bununla içten yıkılmış, kendi içinde tepeden tırnağa titremiş, ve içinde sağlam ne varsa sarsılmıştır”. Kendi geleceği, çocuklarının geleceği, içinde bulunduğu toplumun geleceği için sürekli korku içinde olan ve Kafkaesk bir toplumda yaşayan bir bilinç için artık en önemli öncelik, kendisini, nereden geldiği belli olmayan bir tehdide karşı koruyup kollayacak olduğunu düşündüğü güçlü, dövüşken, korkusuz görünen bir efendi bulmak ve onun bilincinde tanınmak için çabalamaktır. Toplumlar o efendiyi gerçekten buluyorlar mı, yoksa bulduklarına inandırılıyorlar mı, bu üzerinde durmaya değer bir konudur. Demokrasi ve özgürlük, öncelikle korkmaması için gerekli olanakların sağlanmış olduğu bireylerin gerçekleştirebilecekleri bir ütopyadır. Korkması için her şeyin hazır olduğu bir bilincin köleleşmemesi olanağı yoktur. Stockholm Sendromu’nu bir de bu gözle görmekte yarar vardır.

Yazar: Mutluhan İzmir

Bu yazı Mutluhan İzmir’in internet sitesinden alınmıştır.


Paylaş

Düşünbil Portal

Düşünbil Portal, bilim, felsefe ve psikanaliz alanlarında yazılı ve görsel içerikli makale, deneme ve çeviri yayınlayan çok içerikli bir portaldır. Genel okur-yazar kitlenin bilinçlenmesini ve farkındalık kazanmasını amaçlamaktayız. “Düşünen her insan gençtir” vizyonu ile her genç insana hitap etmeyi amaçlayan Düşünbil Portal, dergi ve etkinliklerle bu amacını geliştirmektedir.

https://www.dusunbil.com