Paylaş

“Bir araba düz bir yolda ilerlerse, sonsuz hıza ulaşırsa araba yok olur. Arabanın orada olduğuna dair kanıt bulunabilir mi? Zaman, var oluş nedenimizdir, tek gerçek ölçü birimidir. Maddeye varlığını zaman verir. Zaman olmazsa, biz de olmayız.” (Lucy 2014)

2014 yapımı Lucy adlı filimin bir sahnesinde bu sözleri duyduğumda ilk aklıma bilinç-dışı kavramı geldi. Freud, 1914’te bilinçdışının zamanın kurallarına tabii olmadığını söylemişti.[1] Elbette fiziksel olaylar ile psikanalitik olaylar arasında bir bağlantı olmalıydı. Çünkü zihin dediğimiz olgu nöron adı verilen sinir hücrelerinin organizasyonu çerçevesinde oluşmakta ve her ne kadar kültürel öğeler zihin yapımızı şekillendirse de temel anlamda nöronlar ile maddi bir bağ kurulmaktadır.

“Bilinç-dışında zaman yoktur.” dediğimizde gerçekten de doğru bir şey mi söylemiş oluruz? Ya da bir araba düz yolda sonsuz hıza ulaşırsa görünmez mi olur? Bu iki soru bizi zihnin karanlık koridoruna doğru yol almamızı sağlayacaktır. İlk sorudan başlayacak olursak evet aslında bilinç-dışımız sanki zaman yokmuşçasına davranır. Ama ‘zaman yoktur’ diyemeyiz. Aynı şekilde bir araba da pratik anlamda sonsuz bir hıza ulaşamaz. Ama iki olguda da zaman kavramı tepetaklak oluyor. Ama asıl şaşırtıcı soru şu olmalı: “Araba sonsuz hıza ulaşırsa arabanın orada olduğuna dair kanıt bulunabilir mi?” Bu soruyu şuna çevirebiliriz: “Bilinç-dışında zaman kavramı yoksa bilinç-dışına dair kanıt bulunabilir mi? Evet, asında bu yazıyı yazmamın temel nedeni bu sorunun yanıtını verebilmekti. Çünkü psikanalize olan karşı tutumların odak noktası bilinç-dışının var olmadığına dair önyargılardı.

Öncelikle bilinç-dışı kavramının zamanla olan ilişkisine biraz değinelim. Buna dair birkaç örnek ile işe başlayabiliriz. Ama ondan önce “bilinç-dışı nedir” sorusunun yanıtını vermemiz gerekiyor. Bilinç-dışı çok farklı tanımları içerebilir; ancak ben burada kendi tanımımı kullanacağım. Bilinç-dışı, evrimsel süreçte zihinsel yeteneklerimizin eşeysel seçilimi ile kuşaklar boyuna beyinde oluşan boş (insani yeteneklerimize yatkınlık potansiyelini taşıyan) alanların çocuklukta kültürel öğelerle doldurulup kişinin bilincinin öteki tarafından oluşmasına katkı sunan zihinsel süreçlerin tamamdır. Kısaca bilinç-dışı ötekinin arzusunun konumlanacağı yerdir. Bilinç ise bu arzunun bir dışa vurumu olarak açıklanabilir. Bilinç-dışı içimizdeki ötekinin sesidir. Karşıdan karşıya geçerken bizi yönlendiren bir iç ses!  Farkında olmadan ama öğrenilmiş davranışların tümü. Bilinç-dışına binlerce örnek verebiliriz. Tabi ki en iyi bilinenleri rüyalar, dil/kalem sürçmeleri, şakalar vb. Bilinç-dışının bilimsel denebilecek kanıtlarını ise “körgörü” deneylerinde rahatlıkla görebiliriz.

Peki, bilinç-dışını neden birçoğumuz kabul etmekte zorlanırız. Bunun temel sebebi olarak içimizde bize ait olmayan bir kişilik yapısını kabul etmek istememizden kaynaklandığını düşünüyorum. Yani, nasıl olur da birey kendi zihnini yönetemez. Bu durum korkunç ve düşünülmesi zor bir şey! Hatta bazılarına mistik bile gelebiliyor. Oysa her şeyin temeli dildir ve dil, bilincin oluşmasında en önemli etkendir. Dilin kendimize ait olduğunu söyleyebilir miyiz? Örneğin biri çıkıp da “bu dili ben yarattım” diyebilir mi? Dil kültürel bir olgu ve bireyin kendisinden önce gelir, kültür ve arzu gibi!..

İnsanın kişiliği veya ‘ben’ dediği zihin yapısının kendi dışında kültürel etkenlerle belirlendiğini kabul etmek kişinin narsisizmine darbe vurabilir. Bunun birincil nedeni çocuk yaşta 0-4 yaş aralığında hipnotik bir yaşam sürmemizden kaynaklanıyor. Bu dönemde çocuğa aşılanan unsurlar bilinç-dışı olarak varlığını sürdürür. Oysa biz o unsurları görmediğimiz için kendi düşüncelerimizin efendisi olduğumuzu düşünürüz.  Bilinç-dışı ile yüzleştiğimizde ancak ötekinin arzusu ile tanışacak ve kendimizin aslında bir arzunun ürünü olduğumuzun farkına varacağız. Tıpkı sonsuz hızda giden bir aracı yavaşlatmaya başladığımızda ortaya çıkmasının getirdiği şaşkınlık gibi! İşte bilinç-dışı ile tanışan birinin de böyle bir şaşkınlığa düşmesi beklenir. Görünmeyenin ortaya çıkması şaşırtıcıdır.

Bilim insanları her şeyin ölçülebilir, hesaplanabilir olmasını istiyor. Bilimin yöntemi böyle işliyor doğal olarak. Peki, ölçülemeyenleri yok mu sayacağız. Örneğin Lucy adlı filmde verilen örnek gibi… Peki, gerçekten de bilim kesinlik mi ister? Böyle bir bilim anlayışı var mıdır? Elbette bilim insanları da bilimi bir din gibi görebiliyor. Onlara göre bilim ile her şeyi bilebiliriz. Oysa bilimin doğasında bu yoktur. Örneğin bilim matematik temeli üzerine kurulmuştur. Oysa matematik bir bilim değil bir dildir. En basitinde Pi sayınsını bile kesin olarak bilemiyoruz. Bilim en basit bir şeyi bile kesin olarak bilemiyorsa nasıl olur da ölçülmeyen şeyler üzerine kesin yargılara varabiliyor. Bunları söylememin nedeni şudur: Bazı bilim insanları bilimi bir din gibi algılamaktadır. Bilimi bir din gibi gören bilim insanları için kesinlik, ölçülebilirlik ve görünebilirlik önemlidir; oysa bilinç-dışı gibi ölçülmesi ve görünmesi zor olan bir olgu bu çerçevede değerlendirildiğine yok sayılabilmektedir. Onlara göre bilinç-dışı diye bir şey yoktur; çünkü ölçülebilir bir değer değildir. Oysa ölçüm dediğimiz şey ise soyut kavramlara dayanıyor, yani matematiğe. Yakın zamanda ışık hızının sabit olmadığı tespit edildi. Oysa bugüne kadar gezegenlerin veya galaksilerin uzaklıkları bu hıza göre ölçülüyordu. Eğer ışık hızı sabit değilse o zaman yapılan bunca hesaplamaların da anlamı kalmamış mı oluyor?

Lacan, ‘bilinç dışı bir dil gibi yapılanmıştır’ der. Eğer matematik bir dil ise zihnimiz de bir matematik gibi yapılanmıştır denebilir mi? Aynı şekilde ‘bilinç-dışı ötekinin arzusu’ ise matematik de bir öteki midir? Bu soruların yanıtı evet ise o zaman ‘Birileri bizim zihnimizi modellemektedir.’ denebilir mi? Lacan’nın topolojisinde arzu bireyden önce gelir. Ve birey ötekinin arzusudur. Bu anlamda olay ve olgulara objektif bakabilmek için önce bilim yapan zihnimizi sorgulamamız mı gerekir? Asıl soru şu olmalı: “Dil neyin ürünüdür.” Eğer biz bilimde matematiğin dilini kullanacaksak dilin kökenine de inmemiz gerekmiyor mu?

Yaşadığımız çağda iki farklı grup göze çarpıyor. Monist bakış ile bu iki olgu bir arada anlıyor: Zihni sadece maddenin ürünü olarak gören kaba materyalizm ve zihni sadece ruhtan ibaret gören bir idealizm. Bu iki bakış açısına sahip insanların temel özelliği her şeyin kesin olabileceğine dair ön yargıları. Madde vardır – ruh vardır. Bu bakış açısına sahip insanlar detayları kaçırırlar. Oysa gerçek detaylarda gizli değil midir? Örneğin Newton fiziği yerini Einstein’ın kuramlarına bıraktı. Muhtemelen Einstein’ın kuramları da yerini daha karmaşık kurmalara bırakacaktır. Elbette bilim toplumsal yaşamın dizaynı için belirli kıstasları temel alacaktır. Ama toplumsal yaşam da her geçen gün değişmekte ve karmaşıklaşmaktadır. Hem bilimsel hem de felsefi anlamda gelişim karmaşıklığa doğru yol almaktadır. Karmaşık mekanizmalar ortaya çıktıkça kesinlik algımız da değişmektedir. Aynı zamanda karmaşıklık belirsizlik de artmaktadır. Her şeyi temel alan bir formülü bulmak bu anlamda ne yazık ki olanaksız gözüküyor. Ama yine de bilim ortak bir yaşam için vardır ve insanların birbirleri ile iletişimini kolaylaştırmaktadır. Ama bu yeni gelişmelerin o toplumu dönüştürmeyeceği anlamına gelmez.  Elbette postmodernistler düşündüğü gibi tahterevallinin diğer ucunda oturup her şeyin yerle bir olacağını söylemiyorum. Ama görüyoruz ki bilim olaylara nasıl baktığımıza göre değişebiliyor. Elbette bütüncül bir bakış açısı yakalayabiliriz. Ama toplumlar hatta devletler bu tür bir bakış açısı üzerine kurulmamışlardır. Ayrıca bugün kendisinin zihninde oldukça emin insanlar varken bilimin özünde olan “hiçbir şey kesin değildir” ön koşulu pek bir gerçeklilik kazanmayacaktır. Her şeyin her gün değişebildiğini, bir formülün tüm olaylara ve zamana uyarlanamayacağını gün geçtikçe görebiliyoruz. Bilim bize bu değişiklikleri fark etmemizi sağlıyorsa bilimidir, sabit şeylere takılıp kalırsak ancak din yaratmış oluruz

Sonuç olarak göremediğimiz, ölçemediğimiz olgular karşısında daha temkinli olmalıyız. Ama ruhçuluk, öteki dünya, madden bağımsız tözler (müzik gibi fiziksel veya dilsel işlevlerin dışında) gibi mistik olaylara da kaymamamız gerekiyor. Bilim yapmak güzeldir, ama onu bir din haline getirip görebileceğimiz şeyleri göremeyeceğiz olgular haline dönüştürmek de bir o kadar kötüdür.

[1] http://www.lunarpsikoterapi.com/wordpress/merhaba-dunya

Yazan: Olcay Yılmaz


Paylaş

Olcay Yılmaz

Anadolu Üniversitesi Felsefe Bölümü mezunudur. 2007 yılından beri Düşünbil Dergisi'ni çıkartmaya devam etmektedir. 2012-20018 yılları arasında Libido Dergisi ve GodFather Dergisi'ni çıkarttı. 2012-2013'te “Evrim Sergisi”ni düzenledi. Son 10 yılda 100’e yakın sempozyum, seminer, konferans panel ve kamp organize etti. Lacanyen psikanaliz konusunda çalışmalar yürütmektedir. Fenomenoloji, topoloji, zihin, dilbilim, göstergebilim ve mizah gibi alanlara ilgi duymaktadır.