soru-sormak
  • 27 Eylül 2016
  • Meral Işıldak
  • 0
Paylaş

Herkes soru sorabildiğine göre, filozofun sorduğu sorularda farklı olan nedir? İnsanın gündelik yaşamı, bir takım yapıp etmeler, eylemeler içinde geçer demiştik, zira yaşamak istiyorsa, eylemek zorundadır. Eylemek ise, son çözümde, genellikle insanın ya kendi bedensel-tinsel varlığında ya da çevresinde bir değişikliğin oluşması veya oluşturulması ile sonuçlanmaktadır.

Bu eylemlerin başladığı noktaya biraz daha yakından baktığımızda göreceğimiz bir diğer şey, eylemden neredeyse tümüyle farklı bir şey olan sorudur. Başka bir deyişle, soru-eylem ilişkisi, bizim gündelik yaşamımızda oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Kimi zaman sorular eylemi başlattığı gibi, kimi zaman da eylemler sorulara yol açmaktadır. Gündelik yaşamımızda sorduğumuz soruların çoğu, pratik yaşamın içinden gelmekte olup, çoğunlukla eylemlerle ilgilidir. Bu sorular, varlığımızı sürdürebilmemiz ve yaşamımızı düzenleyebilmemiz için duyulan gereksinimlerle yakından ilişkilidirler ve bu yönleri nedeniyle de ya kendileri eylemlere yol açarlar ya da eylemlerle sonuçlanırlar.

Ama bir de, çok daha nadir olmakla birlikte, pratikteki belirli eksiklikleri gidermek ya da belirli gereklilikleri yerine getirmekle ilgisi olmayan sorular vardır. Bu soruların, varlığımızı ayakta tutmak ya da gündelik yaşamımızı düzenlemekle ilgili kaygılarla hiçbir ilişkileri yoktur. Aslında, bu sorular da, insandaki bir tür gereksinimin dışlaşmasıdır, ancak bu tür soruların gündelik yaşamı ilgilendiren herhangi bir gereksinim ya da düzenleme kaygısıyla ilgisinin olmaması nedeniyle, bu tür soruların bir takım eylemlerle giderilmeleri de mümkün değildir.

Filozofun sorduğu sorular da, yanıtları aranan birer sorudurlar, ancak bu tür sorular bir başkasına sorulmayıp, kişinin kendi kendine sorduğu birer soru olmak özelliğini taşımaktadırlar. Felsefenin sorularının en belirgin özelliği öncelikle budur. Felsefede sorulan sorular, bir kalabalığın önünde, sözgelimi bir filozoflar topluluğuna yapılan bir konuşmada dile getirildikleri zamanlarda bile, aslında soruyu soranın daha önce kendine yönelttiği ve öncelikle kendisi için sorulmuş birer soru olmak özelliğini taşımaktadırlar.

Filozof, bilindiği gibi, öncelikle soru soran bir kişidir, ama sıradan insanlardan farklı olarak bu soruları, başkalarına değil, öncelikle kendine soran kişidir. Zaten filozofu kendi kendisiyle yaptığı konuşmalara başlatan etken de, genellikle, kendisine sorduğu bu sorulardır. Bu soruların başkalarına değil de, kendine sorulmasının en önemli nedeni, böyle bir soruyu (sözgelimi: İyi nedir?) soran kişinin (filozofun), sorduğu soruya ilişkin başkalarından alacağı hiçbir cevapla yetinmemesi, bu sorunun çok daha derinlerine inmeye çalışmasıdır. Çünkü felsefenin sorduğu sorular, yanıtları bir kerede verilebilecek sorular değillerdir. Ayrıca yine bu sorular, genellikle, verilen yanıtlarda soruyu soranın belirleyici özelliğinin ağır bastığı sorulardır. Başka bir deyişle, cevap, soruyu soran ile çok yakın bir ilişki içinde olup, soruyu soran tarafından belirlenmektedir. Kısaca söylemek gerekirse, herhangi bir felsefe sorusunu soran kişinin işi kendi kendisiyledir. O, bu tür soruları, başkalarının bu konudaki düşüncelerini duymak amacıyla sormaz, çünkü felsefe, herkesin gidebildiği yere kadar kendi ayaklarıyla gitmesini gerekli kılan bir alandır. Kişi, kendi sorularını öncelikle kendine sormalı ve sorduğu soruya verdiği ilk yanıtlarla yetinmeyip (çünkü yüzeysel olacaklardır), gittikçe derinleşmeli ve farklı yanıt arayışlarını sürdürmelidir. Felsefede önemli olan, soruya hemen yanıt vermekten çok; sorusundan vazgeçmemek, aynı soruyu tekrar tekrar sormak ve her seferinde, öncekilerden farklı görüş açılarına ulaşmaya çalışmaktır .

Sorduğu soruları göz önüne aldığımızda, Bochenski’nin de söylemiş olduğu gibi, felsefenin, kapısını hiçbir alana kapatmadan ve kendini sadece önceden belirlenmiş yöntemlerle kısıtlamadan, ulaşabildiği her alana ulaşmaya çalışan evrensel bir bilim olduğunu düşünmek mümkün gibi görünmektedir. Sözgelimi felsefe de, kendisinden ayrılan bilimlerin uğraştığı alanlarla uğraşıp, onların boş bıraktıkları alanlarda, sorulmamış olan soruları sorabilmektedir. Dolayısıyla onu, bu bilimlerden ayıran özellikler, daha çok onun yöntemleri ve bakış açıları ile ilgili olarak ortaya çıkmaktadır. Örneğin yöntem bakımından bakıldığında felsefe, birçok bilme yönteminden hiç birini kullanmayı yasaklamadığı gibi, kendisi sadece belli bir yöntemle sınırlamayı da düşünmemektedir. Sözgelimi, fizikçinin kendisini, her şeyi duyular aracılığıyla gözlenebilen görüngülere geri götürmekle yükümlü tutması, felsefeci için zorunlu ve bağlayıcı değildir. O kendini, sadece deneyci-indirgemeci yöntemle sınırlamaz, verilmiş olanı içinden kavrama yöntemini ya da daha başkalarını da kullanabilir.

Felsefenin, bilimlerden, bakış açısı bakımından ayrılması ise, kendisini bilimlerin kendi ilgi alanları ile sınırlı olan bakış açıları ile sınırlandırmamasında ortaya çıkmaktadır. Örneğin bilimler bilgi ortaya koyar, filozof ise bilginin ya da bilinen şeyin ne olduğu sorusunu sorar. Bilimler yasa koyarlar, filozofun ilgilendiği ise, ‘yasa’nın ne olduğudur. Sokaktaki insan hazdan, yarardan söz ederken, filozof, hazdan ya da yarardan ne anlaşılması gerektiğini düşünür. Aynı şekilde filozof elbette toplumun gelişmesinde etkisi olan değerlerin neler olduğuyla ilgilenir, ama onun asıl ilgisini yönelttiği sorun, değerin kendisinin (kendisinde değerin) ne olduğunu anlamaya çalışmaktır. Dolayısıyla filozof ya da felsefe, öteki disiplin ya da bilimlerin varsayımlarıyla yetinmez, daha ötelere gidip, bilimlerin hiçbir zaman inmeyi düşünmedikleri derinliklere inmeye çalışır.

Peki, filozof başkasına hiç soru sormaz da, sorularını yalnızca kendine mi yöneltir? Kuşkusuz, filozof da zaman zaman, başkalarına soru sorar. Hatta onun üzerinde yoğunlaştığı sorunlardan bir kısmının, bu, başkalarına sorduğu sorular sırasında ortaya çıkan problemlerden kaynaklandığını söylemek bile mümkündür. “İyi derken anladığınız nedir?” gibi bir soru, buna örnek olarak verilebilir. Ancak bu, başkasına sorulan soru da aslında, soran kişinin bu soruyu daha önce kendisine sorduğunu açığa çıkarmaktadır. Zaten ilgili konuşma sırasında ortaya çıkan problemi, karşılıklı konuşma sırasında fark edebilmesini mümkün kılan da işte, bu önceden konu üzerinde kendine sorduğu sorular ve çözüm arama yönünde sarf ettiği akıl yürütme çabalarıdır. Açıklık, felsefenin vazgeçilmez bir koşuludur, çünkü dile getirenin dışında herkese kapalı bir gerçek, yalnızca yarı gerçektir. Ancak, açık olmayan konusunda düşünmekte yarar var. Açık olmayanlar acaba filozoflar ve bilim adamları mı, yoksa biz mi onlardaki açıklığı yorumlayacak bilgiden yoksunuz? Ama bu arada, şunu da akıldan uzak tutmamakta yarar bulunmaktadır ki, hiçbir bilimsel ve felsefi bilgi, ilgilendiği alanlarda kendisini apaçık ortaya koymaz.

Yazan: Meral Işıldak
Kaynak: flsfdergisi.com


Paylaş

Meral Işıldak

1961 yılında İzmir'de doğdu. 1991 yılında Ege Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümünde lisans eğitimini tamamladı. 1993 yılında Adnan Menderes Üniversitesi Felsefe Tarihi Anabilim dalında göreve başladı.

Not: Meral Işıldak, 2014 yılında gözlerini hayata kapadı. Dergimizin ilk -felsefe alanında- yazarı olan hocamızın anısını yaşatmak ve bize gönderdiği yazıları burada yayınlamak amacı ile bu profili açmış bulunuyoruz.