• 15 Ağustos 2018
  • Emre Bozkuş
  • 0
Paylaş

i. Felsefî Yayınları Okumak Neden Zor?

Çocukluk yıllarımda aklımın tenhalarında gezinen ve diş arasına kaçan yemek misali kurcalayıp durduğum düşüncelerim vardı. Bu düşüncelerin bana özgü olduğuna kanaat getirir; yalnızlığım ve çekingenliğim, bu düşünceleri paylaşmaktan alıkoyardı. Oysaki okuduğum kitaplarla paylaşıma başlamam, özgün sandığım düşüncelerin aslında uzun zamandır hâlihazırda konuşulduğunu da öğrenmemi sağladı. Örneğin varoluşu sorgularken, yaşamın kendiliğinden anlamı olmadığını ve varlığın onu anlamlandırmamızdan evvel de yerli yerinde bulunduğunu keşfettim. Mamafih lise yıllarında aynı konuyu sorgulayan ünlü üç Fransız yazarla (Sartre, Camus ve Beauvoir) tanıştığımda, aslında varoluşun yabancılaşmak da olduğunu ve yalnızlığı birçok insanla paylaştığımı da öğrenmiş oldum. Felsefenin hayatın içindeki rolünün önemini de lise yıllarında böylelikle keşfetmiştim.

Felsefenin hayatın içindeki mutlak rolü, her bireyin yaşamında keşfedeceği bilgilerin temel arayış güdüsüyle alakalıdır. Bilginin arayışı olan felsefî metinler, arayışa çıkan yolcuya rehberlik edebilmelidir. Lâkin bazı felsefî metinler kompleks yapıları ile okuruna bir şey katmaktan ziyade sadece  anlatmayı gerçekleştirmeyi amaçlar. Felsefenin en önemli tartışma konularından biri işte bu dil ve üslup meselesidir. Yazılan makalelerin, bildiri ve denemelerin birçoğu gündelik dilden uzak, soğuk yaklaşımlarla okura seslenir. Yabancı kelimelerin, terimlerin, karmaşık ve anlamsız cümle öbeklerinin işgal ettiği bu metinler, entelektüel bir çalışmadan ziyade yüzüne dahi bakılmayan ve tozlu raflarda çürüyen kâğıt israfı hâline gelmektedirler. Buna akademik çevrelerde yaşanan yoğun intihal vakaları da eklenince; bu hazırlık süreci, felsefeye başlama yolunda adım atan bireyler için kabus hâlini almaktadır.

Ünlü Fransız yazar Montaigne, Denemeler’inde şöyle değinmiştir konuya: “Çok gariptir; çağımızda işler o hale geldi ki felsefe, anlayışlı insanlar arasında bile, ne teorik ne pratik hiçbir yararı olmayan boş ve kuru bir laf olup kaldı. Bence bunun sebebi, felsefenin ana yollarını sarmış olan safsatalardır. Felsefeyi, çocuklar için ulaşılmaz, asık suratlı, çatık kaşlı, belalı göstermek büyük bir hatadır. Onun yüzüne bu sahte, bu kaskatı bu çirkin maskeyi takmış? O ki hep bayram ve hoş zaman içinde yaşamayı emreder bize. Gamlı ve buz gibi soğuk bir yüz içimizde felsefenin barınamadığını gösterir” (1).

Bu çatık kaşlı, sevimsiz, mürebbiye tavırlı felsefeyi hangi çocuk benimser? Akademik dedikoduların ve benlik tatmininin haricinde işe yaramayan bir felsefe, nasıl saygınlığını koruyabilir? Hayatın temelinde ve bireyselliğin gelişiminde mütemadiyen sorgulamayı överiz fakat bireyin sorularını cevaplaması için çıktığı yola çetrefilli engeller döşeriz. Kendini ve yaşamı keşfe çıkan bir insan için felsefe; düşünmek eylemiyle mi yoksa düşünceyi pazarlamak eylemiyle mi tanımlanmalı? “Biz felsefeyi değil, felsefe yapmayı öğreniriz” der Alman düşünür Immanuel Kant; fakat felsefeyi kendi tekelinde bir gelir kapısı hâline getiren filozoflardan  sorgulamayı öğretmeyi beklemek abes kaçmaz mı?

Hegel’i bilen yoktur, Hegel’in müritleri vardır; Wittgenstein okuyan yoktur, müritleri vardır. Her şeye ve herkese mürit olan bir güruhtan, sorgulayan bireye aracı olmasını beklemek ahmaklıktır. Bize yaşamayı hayat geçtikten sonra öğretiyorlar. Bizi, düşünmenin ve sorgulamanın saygısızlık olduğuna inandırıyorlar. Yorum yapmanın başkaldırmak; eleştirel yaklaşımın ise disiplin yoksunluğu olduğunu ileri sürüyorlar. Oysaki bunların hepsi hayatın merkezinde yer alan, insanın gelişimini borçlu olduğu kavramlardır. Yeniliğe olan mutlak eğilim, tarihsel süreçlerde değişimin kilidini açmıştır. Çünkü her canlı yaşadığı ortamı algılayarak ve deneme-yanılma yoluyla tanıyarak gelişimini sağlar. Yanlış yaparak, doğruyu keşfeder; doğruyu geliştirerek, kendini de geliştirir. Değişim muhakkaktır, gelişim için de elzemdir; gelişim ise idrak ve tefekküre dayanır. Yani gelişmek isteyenin düşünmesi de gerekir; çünkü durağanlaşan üretemez, böylelikle kendi felaketini hazırlamış olur.

ii. Felsefî Yayınları Okumak Neden Gerekli?

Muhteşem bir şey, bir yerlerde keşfedilmeyi bekliyor” der Carl Sagan ünlü Cosmos adlı belgeselinde. İşte felsefenin önemi bu hususta arayışa meyleden bireye yol gösterici olabilmesindedir. Sunulanın ardındaki hakikati anlamak ve eleştirel yorum yapabilmek için. Düşünmek, sahip olunan kalıpları, yenileriyle değiştirmek değildir; yazmak da, düşünülecek şeyi hazırlayıp sunmak değildir. Felsefenin işlevi, bireye ne düşüneceğini değil; nasıl düşüneceğini öğretmektir. Öğrendiği bilgiyi mantık süzgecinden geçirmeyi öğrenmemiş birey, kirli suyu tükettiğinde nasıl çürüyecekse; mantık süzgecinden geçmeyen bilgilerle de aynı şekilde çürüyecektir: bu hususta filozof can suyunu verecek, toprağına bakacak ve sevgi gösterecek; sonra da gelişen filizin nasıl hayat saçtığını görecektir, görmelidir.

Akademik yayınlar ise günümüzde dönemsel maddî kazanım ve çıkarlar uğruna, çöplük kâğıt parçalarına dönmektedirler. Bugün yayınlanan akademik çalışmaların birçoğu alıntılanmadan ortadan kaybolmaktadır. Sadece küçük bir kesimin ilgisini çeken bu metinler, ego tatmininden başka bir şeye yaramamaktadır. Çünkü içerikleri aslında sabun köpüğünden ibarettir: amaçsa çok sınırlı bilgiyle ve bolca lâf ebeliğiyle filozofluk satmaktır. Ayrıca sormak gerekir: entelektüel gerçekten de basit şeyleri karmaşık mı söylemelidir? Bu bir zorunluluk mudur ya da tercih midir? Elbette, akademik çalışmaların derinliği arttıkça anlaşılması da zorlaşacaktır bu muhakkak; fakat hâlihazırda içeriği zor olanı, üslup olarak da karmaşık aktarmanın amacı nedir? Felsefenin amacı söylemek değildir, düşünmek ve sorgulamaktır.

Cicero dermiş ki, iki insan hayatı yaşayacak olsam bile, lirik şairleri incelemeye vakit harcayamam. Bence bu dırdırcılar daha hazin bir şekilde yararsızdır. Çocuğumuzun o kadar yitirecek vakti yoktur: Pedagogların elinde ancak hayatının ilk on beş, on altı yılını geçirebilir: geri kalan zaman hayatındır. Bu kadar zamanı zorunlu bilgilere verelim; üst yanı emek israfıdır. Hayatımızın işine yaramayan bu çetrefilli diyalektik oyunlarını kaldırıp atın; iyi seçmesini ve iyi açıklamasını bilmek koşulu ile basit felsefe konuları alın: Bunlar Boccaccio’nun masalından daha kolay anlaşılır. Bir çocuk bunları sütnineye verildiğini andan itibaren okuma yazmadan çok daha kolay öğrenebilir. Felsefenin insanlara, yaşamaya başlarken de, ölüme giderken de söyleyecekleri vardır” (2).

iii. Felsefe Nasıl Okunmalı?

Tüm bu hakikat gösteriyor ki: Platon’un Akademia’sından bugüne değişen sadece dildeki süslemeler olmuştur. Bu seçkinci yaklaşımın karşısında özgür bireyin rolü de; akademinin sınırlarından kurtulup, aracıya ihtiyaç duymadan, bilgiyi edinme hakkını kullanmasıdır. Çünkü bilgiyi edinmekten imtina eden ve kaçınan kişinin, zihinsel manipülasyona maruz kalması içten bile değildir; aklını kullanma cesareti olmayanın, özgürlüğünü talep edecek imkânı da olmayacaktır.

Bizlere düşen felsefî yorumları tefsir kitabıymışçasına okumak yerine, kendi yorumunu yapacak aşamaya varana değin çalışmaktır. Yorum yapamayan akıl, düşünmekten duyduğu acziyetinden kurtulmak için üst akla havale eder yetisini; ki bu durumda değindiğimiz üzere tekelleşmeyi ortaya çıkarır. Skolastik düşünceden sıyrılışın temeli yorumda yatar. Eğer yorum yapamazsak, bir farkımız kalmaz. Etimolojik olarak bakıldığında bile görülecektir ki, skolastik düşünce de aslında okulda alınan eğitimden gelmiştir fakat gelişim karşı düşünceler hasebiyle kendine yaşayacak alan bulabilmiştir.

Yani yapılması gereken inisiyatifi ele alıp, zihinlere çekilen zincirleri kırmaktır. Felsefeye giriş kitapları bunun için ideal olarak gösterilebilir. Tarihin her aşamasında bizler gibi sorular sorup, cevaplar arayan insanların yolculuğuna iştirak etmeli. Nasıl ki Moby Dick basit bir balina avını anlatmıyor ve nasıl ki Raskolnikov sadece alelade bir suçlu değilse: Felsefe de lümpenliğin kendine ait ifade şekli değildir; felsefeyle var olanlardan felsefeyi dinlemeyle yetinmemeli, menbaına değin inerek kendimiz aramalıyız.

Son olarak, bilgiden korkmamalıyız: bilginin acıyı ve kederi arttırdığını inkâr edemeyiz fakat bir şeyi bilmemek onun var olduğu gerçeğini değiştirmez. Gerçeği inkâr etmek, aptallıktır; korkuyu yenmek içinse tek bir kıvılcım bile yeterlidir. Karanlığa gömülen zihnin karmaşık olarak algıladığı aslında korkuyla ve yalanla bezenmiş hakikatin kendisidir. Cevherin çevresinde öyle bir yumak oluşturmuştur ki cehalet, o ilk adımı atmak ölümden zor görünmektir. Mamafih bilinmelidir ki, dünyayı değiştirebilecek istidada vakıf kişilerin en mühim müşterek noktaları da o ilk adımı atacak cesaret ve ferasete sahip olmalarıdır.

Dipnotlar:
(1): Denemeler, Montaigne, Çev: Sabahattin Eyüboğlu, Cem Yayınevi, 1987, Syf. 36.
(2): (Montaigne 1987: 38).

Kaynaklar:
Denemeler, Montaigne, Çev: Sabahattin Eyüboğlu, Cem Yayınevi, 1987.

Yazar: Emre Bozkuş

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.
Düşünbil Portal’da yayınlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. 


Paylaş

Emre Bozkuş

İstanbul'da doğdu. Namık Kemal Üniversitesi'nde Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde lisans eğitimine devam etmekle birlikte; lisede başladığı okumalarına lisans eğitimi düzeyinde de ekseriyetle devam etmektedir. Düşün yazılarının yanı sıra kurgusal metinler de ortaya koyan yazar, hikayelerinde felsefe ve psikoloji gibi bir çok akademik alanda da okumalar yapmaktadır.